FOTO GALERİ

İsmail Yaylacılı Hikayesi

İsmail Yaylacılı Hacı Hacıyı Mekke’de; deli deliyi dakka da bulurmuş… Ben de küçüklüğümden beri kendi kafa yapıma uygun insanları ve mekanları bulur; onların ve bulundukları mekanların müdavimi olurdum. Hoş, yapımda ifrat ile tefrit de bulunmuyor değildi. Bu benim değiştiremediğim ve kendime en çok kızdığım bir huyumdur aslında…

Lakin insan yedisinde neyse yetmişinde de öyle olurmuş. Velhasıl böyle de gidecek… Biz en iyisi konumuza dönelim. Ortaokuldayken Şoförler ve Otomobilciler Cemiyetinde ağabeyimin yanında garsonluk yapmaya başladım. Bu arada, aynı yerde bizden sonra çaycılık yapan Jilet Hüseyin ve Kardeşi Çetin’i de Rahmetle anıyor mekanlarının cennet olmasını diliyorum. Bazen de garsonluğun yanı sıra cemiyet içinde şoför ve nakliyeci büyüklerimin ayakkabılarını da boyuyordum. Okuldan çıkınca soluğu cemiyette alıyordum. Bu arada kahvehane müşterilerinin yanı sıra esnaflara da çay veriyorduk. Çay verdiğimiz bu esnafların içinde ŞAMLI KIRTASİYE de vardı. Her çay getirmemde Rahmetli (Şamlı) Mustafa amca halimi hatırımı sorar, çalışmanın güzel bir şey olduğunu söyler ve benim bu yaşta çalışıp para kazanmamı da “Aferin, aferin Ramazan Oğlum” diye takdir ederdi. Mekanları cennet olsun.

Bir gün Şamlı Kırtasiyenin vitrinine bakarken, gıcır gıcır ambalajı açılmış “LUBITEL 2” marka Fotoğraf makinesi gördüm. Karşımda adeta “Al beni! Al beni” der gibi duruyordu. Yani hemşehrilerimizin söyleyişiyle makineye yarsımıştım. Gidip fiyatını öğrendim ve almak için para biriktirmeye başladım. Cemiyette nakliyecilerin paralarının ödendiği günlerde, parayı alanlar çay ısmarlar ve fazlasıyla bahşiş verirlerdi. Ağabeyimin olmadığı bir güne gelmesi de isabet oldu. Müşterilerin verdiği bahşişlerle hemen makineyi almış film dahi taktırmıştım. O zamanlar Şamlı Kırtasiye adeta büyük bir market gibiydi; almak için bir şey aradınız mı, aklınıza ilk gelen yer Şamlı Kırtasiye olurdu. Hala da öyle… Film banyo malzemelerini, filmi ve fotoğraf kağıdını da oradan aldım.

Hevesle fotoğraf çekmeye başladım. Başladım ama utanıyordum. O zamanki düşünceme göre fotoğraf çekenlerin biraz yırtık olması lazımdı. O günlerde fotoğraf makinesi, fotoğrafçılar dışında sayılı insanlarda vardı ve artık ben de onlardan biriydim. İlk çektiğim fotoğrafları Foto YILDIZ Sabri Canik’e tab ettirdim. Çektiğim fotoğraflar, acemi birine göre fena değildi. Fotoğraf çekme kaidelerini bilmediğim halde çat pat uygulamıştım. Bugün her tarafta herkesin elinde bir fotoğraf makinesi… Bu fotoğraf makinelerinin içinde profesyonellerin elinde bulunması gereken en gelişmiş teknolojiye uygun fotoğraf makineleri varı. Ancak, çektikleri bin fotoğraftan biri dahi gerçek bir fotoğraf özelliği taşımıyor. Sadece gelişigüzel kaydedilmiş görüntüler var. Hiçbir şey anlatmıyor. Mesela bir kişinin fotoğrafı çekilmiş, ama arkasında sadece bir duvar var. Burası neresi, niçin burada çekilmiş, bu kişinin bu çevreyle ilişkisi ne gibi sorulara yani fotoğrafın hikayesine ilişkin hiçbir emare yok. Halkımızın deyişiyle hiçbir albüme yakışmayacak laga luga resimler… Bu adamlar fotoğrafı makinenin değil, fotoğrafçının çektiğinin farkında bile değiller.

Arada sırada meydana çıkan güzel bir fotoğraf, güzel tesadüflerin bir araya gelmesiyle yani tesadüfen çekilmiş. Velhasıl fotoğraf merakım yüzünden fotoğraf ustalarına yanaşmaya çalışıyor, onların tecrübelerinden yararlanmak istiyordum. Ancak, sanki devlet sırrıymış gibi bana bir şey söylemiyorlardı. Hatta bunlardan biri (ismini açıklamayı doğru bulmuyorum) “Aaah evlat! Biz çok filmleri buzoğlara yedirdik. Uğraşa uğraşa bugünlere geldik. Sen de uğraş” dedi. Onun bu yaklaşımı benim çok ağrıma gitti. Belki de beni kendine rakip olur zannetmişti, kim bilir?.. Halbuki ben bir amatördüm. Ama zanaatkarlarda mesleğin püf noktalarını saklama huyu vardı. Foto Şeref Amca ile ailecek ahbaptık. Ona utana sıkıla sorduğum şeyleri her zaman cevaplardı. Fotoğraf tab etmeyi, film banyosu yapmayı onun anlattıklarından öğrenmiştim. Agrandizörüm yoktu, onu da kendim gazyağı tenekesinden yaptım. Artık kendi fotoğraflarımı çekiyor, yıkıyor, tab ediyordum.

Hani bir söz vardır: “Hıyar parasıyla alınan eşeğin ölümü sudan olur” diye… Benim “LUBİTEL 2” otomatik resim çekmek için duvar üzerine koyduğum bir sırada kadraja girmek için koşarken kayışına takılıp yere düşürüverdim. Makine 2 parça oldu. Tamir etmeye çalıştım ama filmlerin köşeleri yanıyordu. Şeref amcaya sordum: “Ziya alıyor” dedi. -Ziya da ne şeref amca? -Işık oğlum, ışık alıyor, dedi. Bizim makine yarayı almıştı. Bu sefer ağabeyimden tırtıkladığım ördek parasıyla değil, kendi kazandığım parayla bir makine daha aldım. Bazıları kızar ama o zamanlar tüp, yağ, mazot kuyruğu dışında her şey vardı. Şimdiki gibi yüzlerce çeşit sigara yoktu ama tekelden babama 2 paket uzun Samsun’u tık diye alıyordum… Neyse mevzuyu dağıtmayalım. Makinemi gayet ihtimam göstererek kullanıyordum. Bir gün elimdeki makineyle Rahmetli İsmail amcanın Manifatura dükkanına, oğlu ve aynı zamanda eniştem olan Abdullah Yaylacılı’yı görmeye gitmiştim. Orada İsmail amca boynuma asılı duran “LUBİTEL”i görüp footoğraf çekme konusunda beni sıkı bir imtihana çekti. Diyafram, enstantane nedir; ışık durumuna göre bunların ayarları nasıl yapılır, tek tek sorguya çekti. Güneşli, bulutlu havalarda hangi ayarları kullandığımı; odada ışığın nerden geleceğini, bir fotoğraf ustası gibi soruyordu. Ben de Şeref amcadan aldığım bilgiyle İsmail Amca’ya cevaplar verdim. Mütevazı ve kendisine karşı saygılı konuşmam hoşuna gitmiş olacak ki, bana çay bile ısmarlamıştı.

Oğullarından Rahmetli Abdullah Yaylacılı, halamın damadıydı. Sessiz, beyefendi, karıncayı dahi incitmeyen bir kişiliğe sahipti. İsmail Amca bana fotoğrafla ilgili olarak başından geçen maceralarını anlattı. O da fotoğraf çekmeyi çok seviyormuş. Eskiden fotoğraf malzemelerinin temininin zorluklarını anlatarak “şimdi öyle mi ya! Artık her şey bol” demişti. Düşünüyorum da Rahmetli İsmail Amca şimdiki telefonları görseydi kim bilir ne derdi? Fotoğrafçılıktan konuşurken; -Fotoğrafçılık mahrem meslektir. Çektiğin kadın veya kız resimlerini başkalarına göstermeyecek, başkalarına vermeyecek, sadece kendilerine teslim edeceksin. Zira sana güvenenlere ihanet etmiş olursun, demişti. Onun bu sözünü hiç unutamam… Daha sonra sık sık sohbetlerimiz oldu. Ben de ona DEDE demeye başlamıştım artık. Halk arasında sırtındaki kemik eğriliğinden dolayı KAMBUR İSMAİL olarak tanınan İsmail amca’nın başından bir sürü acı olay geçmiş. Buna rağmen daima dik durabilmiş Rind bir kişiydi. Avcılığa da merakı vardı. Hatta onun için usta bir avcıydı bile diyebilirim. Ava gitmeyi; hayvanları vurmak için değil, temiz hava almak “kafa yelpazelemek” stresle mücadele etmek anlamında yapıyordu. Hayvanları gereksiz yere vuran, adeta katliam yapan ve TORBACI diye adlandırılan “Cani Avcılar”a kızardı. Sohbetlerinde hiçbir zaman belden aşağı mevzu geçmemiş… -Bezmimize o tip insanı da muhabbeti de sokmadık ve hiç sarhoş olmadık, derdi. İstifçi değildi. Bunu bana bıraktığı fotoğraflardan daha iyi anlayabiliyorum. Oğulları Dişçi Yalçın, Abdullah Enişte ve BAHTİYAR abi hep rahmetli oldular. Dürüst insanlardı. O zamanlar çeyizler manifaturacılarda kesilirdi. Hazır elbise yoktu. Köylü veya kasabalı gelir bez, kumaş, don, gömlek, atkı, pıta… İşte o zamanlar ne modaysa, manifaturacılardan o alınırdı. Bizim köylüler de genellikle rahmetli “Nuh’un Kemal Tufan” dan alışveriş yaparlardı. Yaz deftere; panayırda tamam derlerdi.

İsmail amca da bu ahvalde esnaflık yapmış sayfalarca alacağa sünger çekmişti. İsmail Amcanın hoş sohbet bir yapısı vardı. Bununla ilgili olarak gerek kendisinden gerekse başkalarından birçok anılar dinledim. Bunlardan biri de sırtındaki rahatsızlık ile ilgili olanıydı. Bir gün Gazeteci İsmet Sezer ile İsmail amca hakkında sohbet ederken o da bana şöyle bir anısını anlattı: “İsmail Amca” dedi, bir gün bizim eski Belediye’nin arkasındaki matbaaya geldi. Babam yeni mide ameliyatı olmuştu ve işe yeni yeni gelmeye başlamıştı. İsmail Amca ile babamın dostlukları ikisinin de fotoğrafa olan meraklarından kaynaklanır. O nedenle sık sık bizim matbaaya gelir babamla havadan sudan, dereden tepeden, uzun uzun sohbet ederlerdi. Söz sağlık sorunlarına gelince, İsmail amca sırtındaki rahatsızlığı anlatmaya başladı ve şöyle devam etti: Benim sırtımdaki rahatsızlık bana uzun yıllar ağrı çektirdi. Hafif bir ağrıydı ama, ağrı sürekli olunca bir müddet sonra dayanılmaz hale geliyordu. Doktor doktor dolaştım. Aramadığım tedavi yöntemi kalmadı. Bir gün bana İstanbul’da bir fizik tedavi doktorunun ismini verdiler. Gittim oraya derdimi anlattım “Kurtar beni bu sıkıntıdan” dedim. Doktor da sağ olsun tedaviye hemen başladı. Önce bana bir makinede ışın veriyor, sonra şu zaman gel diye geri gönderiyordu. Doktora gide gele oradaki çalışanlarla akraba gibi olduk. Hepsiyle tanıştım. Bir de ne göreyim! Bana ışın veren görevli Boyabatlıymış... Hemşeri çıkınca ne olacağı belli!..

Görevli, ben sana dedi, herkesten daha çok ihtimam gösteririm. Buraya gelince öbür arkadaşa değil bana gel, dedi. Ben de hep öyle yaptım. Doktor 5 dakikalık bir ışın verilmesini istiyor, bizim hemşeri de bana torpil olsun diye 10 dakikalık ışın veriyordu. Defalarca doktora gidip geldim. Fakat benim sırtımdaki arızada hiçbir iyileşme olmadığı gibi durum daha da kötüye gidiyordu. Sonunda durumu doktora anlattım. Doktor da tedavi sürecinde neler meydana geldiğine bakıyor, durumun kötüye gitmekte olduğunu o da görüyordu. Ona anlattım: Doktor Bey dedim, bana ışın veren arkadaştan Allah razı olsun çok ihtimam gösteriyor. Herkese 5 dakika ışın verirken bana fazladan bir 5 dakika daha ışın veriyor dememle birlikte doktor Nee! dedi, çabuk bana çağırın şu adamı... Bizim hemşeri geldi benim anlattıklarımı doğruladı. Doktorun öfkesi daha da arttı. “Ulan köftehor! dedi bizim hemşeriye, ben sizin kadar bilmiyor muyum? Tedavinin nasıl yapılacağını sizden mi öğreneceğim. Ben 5 dakika diyorsam bu 5 dakika olacak. 10 dakika verirsen adamı daha da hasta edersin... Yani senin anlayacağın, biz bu cahil kafamızla kendi kendimize ne haltlar karıştırmışız. Ondan sonra benim sırtım bir daha düzen tutmadı. Ağrılar artmaya başladı. Artık biz bu dertle ölene kadar beraberiz diye düşünüyordum. Hiç unutmam soğuk bir kış günü her yeri buz tutmuştu. Bizim çaydaki su bile buz tutmuştu. Anlayacağın o derece soğuk. Kalebağı’na doğru yürüyüşe çıkmıştım. Baktım çayda derin bir yerin üstünü buz kaplamış. Dedim ki kendi kendime “İsmail Efendi, atalarımız çivi çiviyi söker demişler. Sen de bu sözü yerine getir”

Kırdım buzu, elbiselerimi çıkarıp boğazıma kadar suyun içine girdim. Öylesine zangır zangır titriyorum ki dişlerim birbirine vuruyor. Burada kalabildiğim kadar kalacağım dedim. Yarım saat kadar buzlu suyun içinde kaldığımı zannediyorum. Belki de bana öyle gelmiştir. Ama epeyce bekledim. Üstümü giydim doğruca eve geldim. Bende bir hafifleme olmuştu. O günden sonra bir daha ağrı yüzü görmedim... Başlangıçta İsmail Amca hakkında çok anılar dinlediğimi söylemiştim. Elimde birçok fotoğrafı var. Bunların yüzde 90’ından fazlası avcı arkadaşlarıyla çektirdiği fotoğraflardan oluşuyor. Onun bu av merakı hakkında, şakaya gelir huyunu bilenler birçok hikâye uydururlarmış. Hatta bunlardan birini ben de duydum: İsmail Amca ördek avına Avcılar Kulübünün bulunduğu Köprübaşı mevkiinden başlarmış. Bir gün ördek avı mevsimi gelmiş. İsmail amca da ava çıkmaya karar vermiş. Bakmış ki, çayda bir sürü ördek yüzüyor. Hah! demiş, uzağa gitmeden yakaladım ördekleri... Doğrultmuş çifte kırmasını ördeklere, içinden iki tanesini vurmuş. Patlama sesini duyanlar koşmuşlar yanına, “Dur” İsmail Bey! onlar yaban ördeği değil falancanın ördekleri... Bu arada onlar yanına gelene kadar iki ördek daha göndermiş öte dünyaya... Bu hikâyeyi kendisine de sordum, bana bunun bir arkadaş şakası olduğunu söyledi. “Ben yılların avcısıyım. Yaban ördeğiyle evcil ördeği anlayamasam niye yapıyorum bu sporu!” dedi. Söz avcılıktan açılmışken onunla aramızda geçen bir konuşmayı anlatmadan edemeyeceğim. Bir gün İsmail Amca, dedim.

Sizin Avcılar Kulübünde birçok avcı kendi hikayelerini anlatıyormuş. Kusura bakma ama avcı hikayeleri de hep palavra üzerine anlatılır. Bu doğru mu? -Evet yeğen. Bizim avcı takımı bilerek veya bilmeyerek böyle hikayeler uydururlar. Hatta sana yeni bir tanesini anlatabilirim, dedi. Ben de anlat İsmail Amca dedim. O da başladı anlatmaya: “Bir gün” dedi, -Bizim arkadaşlardan biri son yaptığı tilki avını ballandıra ballandıra anlatıyordu. “Arkadaş, bugün öyle bir tilki avladım ki inanmayacaksınız... -Ormanda tilki avına çıkmıştım. Baktım koca bir tilki geliyor. Hemen siper aldım başladım tilkiyi beklemeye. Tilki bu! Kurnaz hayvan, beni hemen fark etti ve başladı kaçmaya... Vuracağım ama, kocaman tilkinin postuna zarar vermeden nasıl vurayım diye düşünüyorum... Tilki kaçmaya çalışıyor ben de takip ediyorum. Mübarek hayvanın kuyruğu da havada... Kafamda hemen bir şimşek çaktı. Tilki hızla ağaçların yanından geçerken kuyruğuyla ağacın gövdesi bir hizaya gelince bastım tetiğe... Son sürat kaçan tilkinin kuyruğunu ağaca yapıştırdım. O hızla tilki postundan sıyrılıp kaçtı gitti. Ben de hiç zahmet çekmeden postu aldım getirdim, dedi.

-Yani yeğen, dedi İsmail Amca, senin anlayacağın bizim avcıların palavra hikayeleri böyle olur. Kimseye bir zararı yoktur. İsmail Amca gerek halktan kişilerle gerekse protokol mensubu diye bildiğimiz kişilerle dostane ilişkilerde bulununan bir kişiydi. Açılışlarda, toplantılarda hep aranan bir şahsiyetti. Onun hoş sohbetinden herkes kendine göre bir pay almak isterdi. Bunu elimdeki birçok fotoğraftan anlıyorum.

Çok yardımsever bir kimseydi. Nerede zor durumda bir fakir aile var, onlara elinden gelen yardımı yapardı. Eskiden at ve eşeklerle dağdan odun getirip satanlar olurdu. İsmail Amcanın, bu odunculara para verip o fakir ailelerin evlerine yıktırdığına şahit olanları biliyorum. Dermiş ki,

“Oğlum, al şu odunun parasını, git falancanın evinin önüne yık. Kimin gönderdiğini sorarlarsa sakın ha söyleme!.. Özellikle Ramazan aylarında birçok fakirin hanesine gücünün yettiğince yardım malzemesi ve para gönderdiğini duymuşluğum var. Hatta bazılarına tesadüfen ben de şahit oldum.

Yokluk insan yokluğu derler. Gerçekten de öyle... Onu ve onun gibilerini arıyor ve hayırla yad ediyoruz. Bu memleketten bir “Kambur İsmail” geçti. Kendisi 2004 yılında 87 yaşındayken Hak dünyaya göç etti. Mekânı Cennet olsun. BİTTİ