Sabrın ve Şükrün Ayı Ramazan
Türkiye, on bir ayın sultanı Ramazan-ı Şerif’e hazırlanıyor. Çarşıda, pazarda bir telaş, bir hareketlilik var. Dükkanlar, tezgahlar, raflar; her bir köşe, her bir sokak, Ramazan’ın yaklaştığını müjdeliyor.
Ancak her şey ateş pahası; deyim yerindeyse el yakıyor. Alışveriş yapanlardan çok, tezgahlara bakanlar var.
Gözler, tezgahlardaki fiyatları süzüyor; hesap yapan zihinler, neyin alınabileceğini, neyden feragat edilmesi gerektiğini tartıyor. Alıp almamak konusunda herkes tereddütte.
İnsan ister istemez geçmişe özlem duyuyor ve soruyor: "Nerede o eski Ramazanlar?"
Eskiden, akşam ezanıyla birlikte iftar sofralarında bir araya gelen insanların mutluluğu, paylaşılan sıcak bir çorba ve mis gibi kokan susamlı bir pideyle taçlanırdı.
Şimdi ise Ramazan pidesinin fiyatı 20 liraya yükselmiş, üstelik sade haliyle. Pide severler için bu yıl biraz daha zor geçecek gibi görünüyor.
İftar sofraları kurulsun da, peki ya cebimiz? Hayat pahalılığı, dolar, euro, enflasyon derken, o eski Ramazan sofralarının sadeliğini ve manevi huzurunu hatırlamak bile güçleşiyor.
Herkes bir şekilde duruma ayak uydurmaya çalışıyor.
"Bu yıl biraz daha mütevazı geçirelim" cümlesi, sohbetlerde daha sık duyulur hale geliyor. Mütevazılık, bir zamanların bereketli sofralarına kıyasla artık bambaşka bir anlam taşıyor.
O eski şenlikli iftarlar, yerini daha ölçülü, daha hesaplı sofralara bırakıyor.
Pazar yerlerinde, market raflarında Ramazan alışverişi yapan eller, sık sık cebin derinliklerine gidip geliyor.
Neler alındı, neler bırakıldı? Kimin neye gücü yetti, kim nelerden feragat etmek zorunda kaldı?
Bütün bu hesaplamaların arasında, Ramazan’ın ruhu da bir muhasebeye dönüşüyor.
Zamanla, o güzelim vefalı sofralar, içinde kırık dökük hayallerin de olduğu, zorlamalarla şekillenmiş tuhaf bir dengeye evriliyor.
Peki, bu noktaya nasıl geldik?
Bunun sorumluluğu yalnızca ekonomik koşullarda mı, yoksa bizler de bir şeyleri kaybettik mi?
Hepimizin içinde bir şeyler eksildi mi?
Neden zaman geçtikçe, iyiliği daha çok arar hale geldik?
Bu sorular, belki de içimizdeki boşlukların bir yansıması.
Unutulmamalı ki, Ramazan sadece sofralarda değil, kalplerde başlar.
Gerçek zenginlik, belki de birbirimizi anlamakta, karşımızdakinin derdini dinlemekte, bir lokmayı paylaşabilmekte yatıyor.
O eski Ramazan sofralarını yeniden kurmanın yolu, belki de birbirimize sıkı sıkı sarılmaktan, o eski güzel duyguları tekrar hatırlamaktan geçiyor.
Bu yıl belki eksiklikler olacak. O eski Ramazanlardaki gibi kalabalık sofralar, şenlikli pazar yerlerinde neşeyle dolanan insanlar, bolluk ve bereket içinde geçen günler belki tam olarak yaşanamayacak. Ama bir yerlerde, içimizde bir ışık yanacak.
O ışık, bir şükür namazında, bir dua anında, bir fakir sofraya davet edildiğinde, bir yetim başı okşandığında yeniden parlayacak.
Ramazan, her şeyden önce bir umut ayıdır.
Ramazan’ı hissetmek, sadece çarşıdaki telaşı, pazar tezgahlarındaki pahalı ürünleri ya da cebin derinliklerinden çıkan paraları düşünmek değildir.
Ramazan’ı hissetmek, bir kapıyı çalıp bir tas çorba ikram etmek, bir komşunun derdiyle hemhal olmak, bir fakirin elinden tutabilmektir. Paylaşmak, sabretmek, şükretmek ve birlik olabilmektir.
Bu yazıda, hem maddi zorlukların hem de manevi değerlerin iç içe geçtiği bir dönemi elimden geldiğince anlatmaya çalıştım.
Belki de zorlukların üstesinden gelmenin en güzel yolu, Ramazan’ın özüne dönmek.
Çünkü Ramazan, yalnızca oruç tutulan bir ay değil; paylaşmanın, dayanışmanın, sabrın ve şükrün ayıdır.
Bu ruhu yaşatmak, her şeyden önce kalplerimizde başlar