Bana gelen bir hediye idi Rüveyda. Atatürk Üniversitesinde okuyan kardeşimden Nurullah Genç imzasıyla yeşil ciltli, şiir kitabı. Defalarca okuduğum Rüveyda. Yıllar sonra onunla rûberû bir söyleşi. Tevazu abidesi büyük şairi sesinden dinleme nimeti. Konuşmasında şiirlerinin rengi, edeb ve irfan. İşte, şairin imzalı Mahrem ve Münzevi isimli şiir kitabı o günden bana kalan hatıra.
“Amcam naat yazmayan şair değildir, dedi. Naat yazamadığım için şiir yazmayı bırakmayı düşündüm. Yağmur şiirini yazarken üç ay duvarlarla konuştum.” Naat yazamama sancısının müjdesidir Yağmur şiiri. Yağmur, usul usul iner yaralı yüreklere. Nurullah Genç, nam-ı diğer, Yağmur şairi. Zamanımızın şairinin şiirlerinde mihnet, aşkla mayalanmıştır, hüzün tevazu ile. Her mısrasında buram buram hüzün kokar. Yağmur şairi ‘Mahzun bir derviş gibi boyun büker, giderim’ der bir mısrasında. Görünenden görünmeyene gitmek onu okumak, kendinize yolculuğa çıkmak. Demini almış, kokusu, tadı yerinde şiir onunki. Yağmur, Rüveyda, Siyah Gözlerine Beni de Götür, insanı kendinden geçiren abide şiirlerdir. Onun deyimi ile zaten ‘Kalbe dokunan bir metindir şiir.’ Binbir rengiyle binbir rayiha taşıyan kelimelerinin çarpıcı, efsunlu güzelliği vuracak sizi can evinizden:
“Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat”
Evvela köyünün irfan mektebinde iki dizi üstünde dedesinin kadim bilgelik öğretilerini okumuş, bellemiş. Mayası Yunus’tan Fuzuli’den. Köyünün irfan meclisinden, irfan şairi oluşuna bir hüzünlü yolculuk: “Bir koltukta birden fazla karpuz taşınır. Hayır hayır, insan bir koltukta bir karpuza mahkum edilmiş bir varlık değil aslında. Bu bizim için bir tuzak deyimdir. ‘Bir koltukta iki karpuz taşınmaz.’’ Taşınır kardeşim. Allah insana çok büyük kabiliyetler vermiştir. İşinde başarılı olur. Sanatla da uğraşabilir. Aynı anda başka bir işi de kotarabilir. Aynı anda üç farklı alanda ilim tahsil edebilir. Çünkü eskiler, eski alimlerin unvanıydı yed-i tula sahibi olmak. Yedi alanda o günün profesörüydü; Biruni mesela, İmam Gazali, İbn Haldun. ‘Biz iki alanda bir şey yapamayacak mıyız?’ derdim. Böyle çalıştım ve çok şükür Allah bunu nasip etti. Şiir yazabilirim, ihmal etmeden. İşimi yapabilirim, ihmal etmeden. Bir koltukta birden fazla karpuz taşınır. Hayır hayır, insan bir koltukta bir karpuza mahkum edilmiş bir varlık değil aslında. Bu bizim için bir tuzak deyimdir.”
“Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hiradan”
Şairin çocukluğuna dair anekdotlarını her okuduğumda derin düşüncelere dalarım: Şair Nurullah Genç, Ahmediyeler, Muhammediyeler, Siyerler, Battal Gaziler, Cenknamelerin okunduğu, bir kışta beş altı divanın bitirildiği bir irfan köyünde büyümüş. Köyde yapılan ilk iş, okumak imiş. Kitaba, ilime kıymet verilen bir köy.. Rüya gibi! İşte böyle bir köyde harmanlanmış tevazu şairinin hayal iklimi. Şair Nurullah Genç’in dedesi Rusça bilir, Osmanlıca okur yazar ve Arapça ile Farsçaya da âşina bir kişi imiş. Şairin dedesinin ilk işi Erzurum’un Horasan ilçesindeki köyünün misafir odasını düzenlemek olmuş. İstanbul’dan, Erzurum’dan sahaflardan kitap alıp getirerek kitaplık kurmuş. Böylece köy, ilmek ilmek irfan köyü olmuş. Uzun kış gecelerinde bu köy odasında irfan meclisi kurulurmuş. Soba yakılıyor, köy odası iyice ısınıyor. Büyüklü küçüklü köy halkı evlerinde yemeklerini yiyip büyük bir edeble irfan meclisine geliyormuş. Niyazi Mısri, Yunus Emre gibi çok sayıda şair okunmuş o mecliste. Babası ezbere bilirmiş Yunus Emre şiirlerini. Kendisini her gün okula getiren babası bir gün kış kıyamette kurt sürülerini görür ve oğlunun kurtlardan korkmaması için “Oğlum, yukarı bak!” der. Şairin babasının bu isteğinin altında yatan felsefeden çok etkilendim. Büyük bir irfanla söylenmiş bir sözdü bu. Not defterime büyük harflerle yazmıştım: Yukarı bak, diye. Zorluğu büyütmeye gerek yok, önemsememek, görmemek veya görmezden gelmek de gerekebilir. Başarı için bu şart! Nurullah Genç başarılı bir şair olduğu kadar başarılı bir yazar ve akademisyen. Bedel kelimesinin altını konuşmalarında sıkça çizer ve “Başarı Bedel İster” der. Başarı bedel ister, ifadesinin örneklerini de onun hayatının her karesinde görmek mümkün. Evet, başarı bedel ister. Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olmazsa insan da acı çekmeden olgunlaşmaz, der Konfüçyus. Bu sözü her okuduğumda hatırıma “Sizler beni asla anlamazsınız” diyen Yağmur şairi gelir. Şairin çocukluğu, gençliği mücadele ile, mihnet ile geçmiş. Ayakkabı boyacılığı yapmış, geceleri fırında çalışmış. Öğrenciliğinde kaldığı yurt akşam on sekizden sonra kapanınca tren garında kaldığı çok olmuş. “Şiirlerim orada doğdu benim. Yolcular gidiyor. Tek başıma kalıyorum. Gölgeler gidiyor. Kuşlar gidiyor, karanlık çöküyor. Ben bankın üzerinde bekleme salonunda tek başımayım. Kimse yok. ‘’Allah’ım diyorum, ne kadar yalnızım ben, nasıl yalnızım şu anda.’’ Sonra diyorum ki, “Allah’ım sen varsın ben yalnız değilim”. Sonra uyuyorum, gecenin bir vaktinde banliyö treni geliyor. Yolcular boşalıyor. Yolcular bekleme salonuna hücum ediyorlar, uyanıyorum. Bazen öyle derin uyuyorum ki, yolcular geliyorlar uyanmıyorum. Bazen uyanıyorum, yanımda paralar görüyorum. Meczup diye para bırakıyorlar yanıma. Bazen yanımda yiyecekler buluyorum. Bir meczup gece yarısı tren garında uyuyor, nimetlensin diye. Paraları alıyorum. Onları olması gereken kişilere götürüp veriyorum. O yiyecekleri, arkadaşlara ya da birilerine ikram ediyorum. Benim yüz gecem aşağı yukarı tren garında böyle geçmiş.”diyen şair, okuyucuya şiirinin neden kalbe bu kadar dokunduğu sırrını paylaşıyor.
“Erzurum garında gece yarısı
hıçkırıklar boğazıma tıkanır
nemrut ateşiyle sabaha kadar
içimde binlerce ibrahim yanar”