Bazı insanlar gönüllerinde ördükleri “ kin ve nefret” duvarını aşıp faydalı işler yapamıyorlar ve çevresindeki insanlarla uğraşıyorlar.
KİN VE NEFRET
Bazı insanlar gönüllerinde ördükleri “ kin ve nefret” duvarını aşıp faydalı işler yapamıyorlar ve çevresindeki insanlarla uğraşıyorlar.
Toplumda model olma yönünde gelişmiş insanları ve topluma değer katanları da sevmiyorlar, üstelikte bu insanlardan rahatsız oluyorlar.
Bencillikleri tavan yapmış egoları ve cehalet katsayıları yüksek, iç dünyaları dar, bir türlü sevgisizlik kalıbının dışına çıkmıyorlar.
Bu durumda “nefret” duygularını artırıyor ve kötülüklerin yeşermesine sebep oluyor.
Gönüllerinde kötülük barındıran topluluklarda güven ortamı olmuyor, huzursa, kapıya bile uğramıyor.
Bir insan düşünün, hiç bir şey değilim diyor bakıyorsun ki her şeyin içinde görünüyor. Bu kadar yüksek ego bir insan normal düşünen makul bir insanı hayrete düşürüyor.
Bu tür kişilerin gözleri yanlışı göremeyecek kadar kapalı, kıskançlıkları ise en tabi halleri oluyor.
Gönüllerinde barındırdıkları öfkeden huzura yer kalmıyor ve çevrelerine de huzur vermiyor. Macerayı seviyorlar çevre ilişkileri bozuk, ancak çevre edinmekte kurnaz ve mahir bulunuyorlar.
Birine taktıklarında tüm faktörleriyle o kişiyi yalnızlaştırmaya çalışıyorlar. İstemedikleri insanın kötülüğünü bekliyorlar, o insanın iyi hali, onlar için cinnet ve rahatsız edici oluyor.
Bizde burada problemin arka planına; Dinginliği ve sükûneti alıp giden öfke adamlarına “hişt” demek istiyoruz.
Önce, Ahmet Cevdet Paşanın devlet adamında bulunması gereken vasıflarına bakıyoruz. Bu hisle gönülleri çepeçevre nefretle kapanmış insanların nefret duvarlarını gönüllerin de yıkmayı düşünüyoruz.
Bu düşüncenin evrensel boyut kazanması için durumu sorguluyor ama sonucunu bilemiyoruz.
Bu tip insanların gönlündeki “öfke” duvarlarını yıkmanın denizlerde ki kasırgayı dindirmekten daha zor olacağını da biliyoruz.
Onun için de, huzur ve hüzün gibi benzer kelimelerin, anlamları üzerine ayrı, ayrı duruyoruz.
Akif’in “işte perişan yurdumu” dediği sözü tüm kindar insanlar için “perişan gönül” gibi algılıyoruz.
Merhum Necip Fazıl'ın “İnsan bu su misali kıvrım, kıvrım akar ’ya” diye tarif ettiği insanı “öfke ile nasıl tanımlardı” diye düşünüyoruz.
“Cennet’i” ruhumuzda temaşa eyleyip, insanların ruh derinliklerinde bulunan “garipliklere” akıl erdiremiyoruz.
Öfke ve nefret kelimelerinin doğurduğu kötülükleri insan hayatından nasıl uzak tutulabileceğini sorguluyoruz.
Ruhu cendereye sokan, birbirini körükleyen bu kelimeler üzerinde duruyoruz. Hani atalarımız demişti ya “öfke ile kalkan zarla oturur” diye. İşte o öfkeyi kontrol etmenin yöntemini merak ediyoruz.
Ayrıca İslami literatür de “sabırdır” kelimesiyle izah edildiğini ve işin “giz ’inin” öfkelenmeden sabredeceğiz kelimesinde saklandığını hissediyoruz.
Çünkü ufak rüzgârlarla meydana gelen dalgalanmaların, derin dalgalara dönüşüp, kasırgalar meydana getirdiğini biliyoruz.
Öfkenin “kükreyişine” ve gönüllerde tahribat yapan söze kasırgalardan sonra sükûnete erilir diyemiyoruz. Çünkü kasırgaların çevreyi perişan edişini müşahhas olarak gönlümüzde yaşıyoruz.
Gönüllerde oluşan “öfke, nefret ve kini” içinde barındırmadan duvarı yıkmakla ruhu mahpusluktan kurtarmayı ve sonunda pişmanlık girdabına düşmemeyi öneriyoruz.
Biliyoruz ki, insanın en büyük düşmanı kin, öfke ve umutsuzluktur.
Bu kötü sıfatların insanoğlunu kötü düşüncelere evirdiğini biliyor ve insanın bundan sıyrılmasını istiyoruz.
En güzeli de hoş Sada bırakmak diyoruz.